İnsan ne ile yaşar?
Biz ne ile yaşıyoruz?
İçinde bulunduğumuz toplum içimize sinmiyor, kimimiz susuyor, kimimiz konuşuyoruz ama hiçbirimiz mutlu olamıyoruz.
Köküne inemediğimiz sorunların yüzeysel çözümleriyle aynı döngülerde yuvarlanıp gidiyoruz fakat şu kesin ki lüzumsuz yere yıpranıyoruz, lüzumsuz yere yıpratıyoruz, sorgusuz ve sualsiz aynı kısır döngülerde kurban ettiğimiz hayat kalitemizin ırzına geçerken ete kemiğe bürünmüş cehalet, biz çoğunlukla kendi bireysel varlığımızda yetinme psikolojisinde ve pes etmiş bir şekilde yaşamaya çalışıp, aslında yaşamaktan çok uzak bir varlık gösterme boyutunda sürükleniyoruz.
Neden bu kadar bozuluyoruz?
İnsan ne ile yaşar?
Biz ne ile yaşıyoruz?
Sorularını hiç gerçekten düşünüyor muyuz?
Peki düşünenler ile düşünmeyenleri ayrı kefeye koyuyor muyuz?
Neden niteliksize prim veriyor, kalitesize meydan bırakıyor, vasata alkış tutuyoruz?
Neden yüzeysellikten ruhumuzun daraldığı, daraldıkça insana yaraşır derinliğin yaralandığı sığ yaklaşımların baş kahramanlarına layık olmadıkları tutumlarda bulunuyoruz?
Çok fazla oluyoruz!
Niteliksavar bir toplum haline gelerek iyiyi, güzeli ve doğruyu bir daha asla çıkmayacağı kapılar ardına sürgün ediyor, kör bir duyarsızlıkla anahtarı da ortalığa atıyoruz.
Kötüye çokça fırsat veriyoruz…
“Kötülük nedir?” diye soranlara “bilinçli cehalettir”, “Kötü kimdir?” diye soranlara ise “Örgütlenmiş cahillerdir” diye cevap veremiyor, çözüm yolları için “birlik iyilik” olamıyoruz.
Dağıldıkça darmaduman oluyoruz, yavaş yavaş sevdiğimiz her şey ile yok oluyoruz!
Sonra da ağıtlar yakıyor, arabesk izliyor, acıların çocuğu edebiyatında kaderimiz böyleymiş dizelerinde ya kendimizi yerden yere vuruyor ya da ağır bir depresyon haliyle dünya yansa “dünya bu kadar; ben yaşamama bakayım” şuursuzluğunda gittikçe arsızlaşıyoruz.
Yok bu bir sitem değil, ağır bir trajedinin satır satır sayfalarına kazınan yitik bir toplum gerçeği.
Öyle ki tarih hece hece işleyecek her yönüyle vakti gelince.
İnsan ne derece aptal olabileceğini, aptal olduğunu yüzüne söyleyenlerin varlığı ile değil aptal olduğunu yüzüne söylemeyenlerin kaypaklığı ile öğrenecek.
“Bir musibet bin nasihattan iyidir” atasözü bu toplumu anlatmak için yıllarca referans olan bir kaynak olarak kullanılabilecek.
Gerçek öğretmenlerin yetiştirdiklerinin, gerçek olmayan niteliksiz ve de basiretsiz öğretmenlerinin yetiştirdiği bir kitlenin hadsiz kötülüğüne nasıl maruz kaldığını, cahil cesaretinin alim özgüvenini nasıl pasifize ettiğini, anlaşılamayanı hor görerek önemsenmeyen, maneviyatı benimsemeyen, benimseyenleri ise ötekileştiren, şekilcilikle dışlayarak özünü göremeyen, görmek için çabalamayanların ektikleri kibir tohumlarının nasıl yeşerip de boyunlarına dolandığı bir sistem yarattığını, bu kadar da olmaz denilen her şeyin kimi insanların çamurlaşan fıtratıyla nasıl da olduğunu ve bu olasılıkları öngöremeyen, görse bile yeterince müdahele edemeyen toplum şekillendiricilerin vasatlığını, aydınlarının çokça arka planda kalmasına neden olan korkaklığını konuşacak, yazacak, sorgulayacak er ya da geç ders çıkaracak.
Eğitimin insanlık tarihi boyunca ne denli önemli olduğunu bu derece deneyimlediği bir dönem bu zamana kadar yaşamayan dünya, öğretmenlik mesleğinin kıymetini ne kadar anlar ve iyi öğretmenler yetiştirecek sistemler kurmak için ne kadar çabalarsa gelecek o kadar iyi olacak.
İşte o zaman gerçekten “bir musibet bin nasihattan iyidir” deneyimini yaşayan bir toplum olarak bir nebze içimize su serpilecek ama ne böyle ağır zamanlarda hafif yaşayanları, ne kendisinden başka kimseyi düşünmeyen açgözlü duyarsızları ne korkak ve kaypakları ne de dalkavukları hiçbirimiz asla unutmayacak…
Öğret(e)meyenlerin kötülüğünde var olan bu insanlık öğretenlerin kıymetini anladığı gün fark yaratacak.
Değer katma çabasıyla öğreten tüm gerçek eğitimcilerin ve öğretmenlerin gününü kutluyor ellerinden öpüyorum…
İyi ki varsınız.